top of page

ÖZGÜRLÜK

   Özgürlük terimini, çeşitli tanımlamaları olmakla birlikte kısaca bireyin dış etkenlerden bağımsız olarak düşünme, seçme ve yapma eylemi olarak tanımlayabiliriz. Adem oğulları zaman zaman özgürlüğü için savaşmış hatta can vermiştir. Çünkü başka bir bireyin otoritesi altında yaşamak köleliktir. Akli melekeleri yerinde olan bir birey köle olmayı kabul etmez. Diğer taraftan tarihsel gelişim içinde, öncelikle tabiat olaylarının gücü karşısında zayıflığını fark eden bireyler yaslanabilecekleri güç kaynakları aramış ve kendi tasavvur ettiği, güç sahipleri yani Tanrılar yaratmış ve kendi yarattığı ve şekil verdiği beşer yapısı tanrılara hoş görünmek için onları memnun edecek bir takım şekle bağlı ritüeller oluşturmuştur. Ancak bu sistemin meydana getirilmesi ile birlikte ritüellerin öncülüğünü yapacak bir din adamları hiyerarşisi de şekillenmiştir. Yani bireyler kendi toplumlarında, kendilerinin yarattığı ve çoğunlukla ekonomik yönden imtiyazlı bir gurubun otoritesinin etkisini hissederek yaşamaya başlamışlar ve bu gelişme bireyin en azından özgür düşünmesini engellemiştir. Geçen süre içinde siyasi otorite ile dini otoritenin çatıştığı da bir gerçektir. Zaman içinde vahye dayalı Tek Tanrı inancı toplumlara iletilmeye başlanmış ve fakat toplumların eski alışkanlıklarından vazgeçmeleri, özellikle de beş duyuları ile algılayamadıkları bir İlah’a inanmaları hiç de kolay olmamıştır. Her ne kadar toplumlara eski alışkanlıkları ile benzerlikler taşıyan ve onların beş duyusuna hitap eden bir takım ritüeller vahiy kitaplarında önerilmiş bile olsa da yeni durumu kabullenmek ve uyum sağlamak vakit almıştır. Yeni durumun ortaya çıkması dönemlerinde de toplumların bilinç seviyesi düşük olduğundan gene bir din adamları ve din bilginleri grupları görülmeye başlanmış ve onlar da toplum üzerinde otorite sahibi olup yaratılan toplumsal hiyerarşiden ekonomik kazanç sağlayanlar onlar olmuştur. Anlatılan teşkilatlanma hem Tevrat bağımlısı toplumda hem de İncil bağımlısı toplumlarda görülebilir. Kur’an bağımlısı toplumlarda da, Kur’an’ın mesajının tersine bir din adamları hiyerarşisi olmuştur. Ve günümüzde de devam etmektedir. Aslında eğer bir Yaratan’a inanıyorsak, Yaratan’la yarattığı insan arasında her hangi bir aracı elemana ihtiyaç yoktur ve olamaz. Yaratan’ın insana vahyini tebliğ edenler yani Tanrı Elçileri ise sadece tebliğ ile görevlendirilmişlerdir ve onların görevlerinin bilinci ile hareket ettiklerini sanıyorum. O bakımdan insan kendi tahayyülünden yarattığı tanrılardan sonra Vahyin önerisi ile gerçek olana yöneldiğinde, hala aracı varsa insanlık özgür değildir. Gene kendi cinsinden olan din adamları grubunun otoritesi altındadır, yani modern anlamda köledir. Yaratan’ın bizden istediği, hiçbir güce ve hatta kendisine bile köle olunmamasıdır. İşte bu bahsedilen olay insanların kendiliğinden ayak ve boyunlarına doladığı zincirleri kırması ile mümkün olabilir ki bunun adı GERÇEK ÖZGÜRLÜKTÜR. 


    Bireylerin özgür olabilmesi için bireyler beşerin tahayyül ettiği nesnelerin değil gerçeğin peşinde koşmalıdır ki bu durum İncil’de açıkça ifade edilmektedir:


Yuanna İncili 8-32 “ Gerçeği anlayacaksınız ve gerçek sizi özgürlüğünüze kavuşturacak.”


    Gerçek nedir? Sorusunun cevabı herhalde herkesin gerçeğinin farklı olduğudur. Bir birey gerçeğine nasıl ulaşabilir? Sorusunun cevabı ise sanırım tek olacaktır: Düşünme. Birey ancak düşünerek kendisine dayatılan toplumsal kuralların dışına çıkarak gerçeklere gözünü açabilir. Örnek olarak geçmişten Hallacı-Mansur olarak bilinen kişiyi hatırlayalım. Bu kişi belli ki gerçeklere yani aydınlığa gözünü açmış olmalı ki çevresine de ışık yaymaya başlamış ve bu durum günün yöneticisini, halifeyi, rahatsız ettiği için Mansur hapsedilmiş. Fakat Mansur’un sadece bedeni mahkum edilebilmişti, düşünceleri ise özgürdü. Mansur’u mahkum ettiren otorite ise Mansur’un korkusu ile yaşamak zorunda iken Mansur ise korkusuz ve sadece bedeni cezaevinde iken düşünceleri özgürdü. Bu resme baktığımız zaman kim gerçekte özgür değildi, açıkça görebiliyoruz.


  Benzer yaklaşım Kur’an da da görülebilir:
 

7-157 …” Sırtlarından ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar....”
 

    Bu ayet her ne kadar İsrailoğulları ile ilgili olsa da beşerin tümüne de hitap ettiğini sanıyorum. Bireyler gerçeklere ne kadar ulaşabilirlerse kendilerine toplum tarafından dayatılan ve akılla ilgisi olmayan kuralların ne kadar gereksiz olduğunu anlamaya başlar. Ancak buna ulaşabilmek için bireyin özgür düşünmeye başlaması gerekir. Özgür düşünebilmek için bireyin kendi beyninde toplum tarafından oluşturulmuş duvarları öncelikle yıkması gerekir. Bunun için de o duvarlarda küçük bir pencere bile açabilmesi gerçekleri görmeye başlamasının ilk adımıdır. Adı geçen duvarlar toplum tarafından oluşturulduğu gibi din kuralları olarak asırlarca önce vahiy kitaplarında da verilmiş olabilir. Yukarıda verilen ayetler o günkü topluma biraz olsun alışkanlıklarının dışına çıkabilmesini yani nefes alabilmesini sağlamaktadır. Ancak gene de din kuralları konulmuştur. Kuralların konuluş sebebini ancak o günkü toplumu oluşturan bireylerin bilinç seviyesi ile ilişkilendirerek anlayabiliriz. Belli ki toplumda bütünlük arzu edilmektedir. O yüzden bir takım kurallar dizini ki Şeriat olarak bilinir, topluma önerilmiştir. Günümüzde ise birey değişmiştir. Asırlar öncesinin bireyi değildir. Zaten asırlar öncesinin toplumlarında düzen oluşturan Şeriat kuralları yerine günümüzde bireylerin bilincine ters düşmeyen modern kurallar konulmuştur. Zaten Din Öğretisinin merkezinde insan olduğu için Şeriat kurallarının dışında ve zamanla geliştirilebilecek yeni kurallar dizini oluşturulması akla uygundur. Bilmemiz gereken ana kural şudur:


    ŞERİAT, İNANCI TOPLUMSALLAŞTIRIR. İNANÇ BİREYSELDİR
 

   Toplumsallaşmış bir inanç sisteminin egemen olduğu bir toplumda birey inancını özgürce yaşayamaz. Böyle bir toplumda yaşayan bireyler, özellikle Kur’an’da belirtilen Ruhsal Arınmasını nasıl başarıp ta hedef olarak gösterilen O’nun katına ulaşmaya çalışabilecektir? Bu sorunun cevabını inancın toplumsallaşmasını sağlayan din adamları verebilirler mi? Hiç sanmıyorum. İnanç birey için fevkalade önemlidir. O bakımdan birey inancına sahip çıkmalı, arzu ettiği yol gösterici Kitabı okuyup anlamaya çalışarak kendi yolunu kendisi belirlemelidir. İşte bu anlatılanlar özgürlüğün kendisidir. 


   Geçmişte kendi elleri ile şekil verdiği ve Yaratan’ın elçileri vasıtası ile kırılmış olan putların yeri günümüzde ise başka putlarla doldurulmuştur. Günümüz insanı özgür müdür? Cevabımız hayır olacaktır. İnsanlar için günümüzde de gene kendi oluşturduğu ve tamamen madde ile ifade edilebilen çok sayıda put vardır. Dünyada yaşam bulmuş insanın yaşayabilmek için maddeye gereksinimi vardır, fakat ne kadar? Gerçekte biyolojik yaşamını devam ettirebilecek ve biraz da konfor sağlayabilecek kadar madde yeterlidir. Daha çoğuna ise ihtiyacı yoktur. Fakat insanlar ihtiyaçlarının ötesinde maddeye sahip olmaya çalıştıkları için dünyamızdaki doğal kaynaklar israf edilmekte, doğa bozulmakta ve sonucunda insanın yeni şartlara uyum sağlaması korkarım kolay olmayacaktır. İnsanın doymazlığının kullanılmasına dayanarak  oluşturulan ekonomik sistem dünya imkanlarının bireyler ve toplumlar arasında adil olmayan dağılımına sebep olmaktadır. Dağılımdaki adaletsizlik ise hem her toplum içinde ve hem de küresel ölçekte barışın bozulmasının esas unsuru olarak görülmektedir. Bu çizilen resimde hiçbir birey mutlu olamaz, çünkü bireyler ÖZGÜR değildir. 


     Herhangi bir toplumda bireysel davranışlara bakarsak çok sayıda bireyin ataleti faal olmaya tercih ettiğini görürüz. Atalet kısmen yetenek eksikliğinden kaynaklanırken çoğunlukla bireysel bir tercih olarak görünecektir. Atalet sadece bedensel değil aynı zamanda düşüncede de görülür. Yani bu bireyler başkalarının kendileri adına düşünmesini kabul ederler. Bedendeki atalet o bireyleri üretmemeye sevk eder. Dolayısıyla üretemeyen bireyler fakir kalacak ve varsıl olanların hükmü altına girecektir. Benzer şekilde düşüncede atıl olanlar başkalarının fikirlerini doğru olarak kabul etmek zorundadır. Bireysel davranışlar öte yandan toplumsal davranışı etkilediği için sonuçta bedensel ve düşüncede atıl olan fakir toplumlar ve bunların karşısında ise bedensel ve düşünce alanında aktif olup varsıl olan toplumların varlığı dünyanın bir gerçeğidir. Yoksul toplumlar ise ister istemez varsıl toplumların, hem ekonomik hem siyasi yönden kontrolü altında olacaklardır. Yani özgür olamayacaklardır.


   Diğer taraftan günümüzde fark edebildiğimiz başka bir gerçek şudur: Bireyler ve toplumlar algı operasyonları ile bağımlı hale getirilmekte yani özgürlükten uzaklaştırılmaktadırlar. Böyle bir sonuç Yaratan’ın arzu ettiği bir insanlık toplumu değildir. Köleleşmiş insanlık, Yaratan Gücün arzu ettiği sonsuzlaşma yoluna giremez. İnsanlık maddeye olan köleliğini ortadan kaldıracak güce sahiptir. Bütün mesele, insanların uykudan uyanıp aklını ve gönlünü işletmeye başlamasıdır. Öncelikle bireyler akıl ve gönüllerini özgürleştirebilmelidir ki maddeye ve maddenin temsil ettiği her türlü, sanal olduğu halde beşer idrakinin, önemli kabul ettiği her konuma, olması gerektiği kadar değer verip gerçek hedeften yani kendisine gösterilen İlahi Hedeften sapmadan ilerleyebilsin. Hedef ise bellidir; Sonsuzlaşmadır. Yoksa çoğunun sandığı gibi cennette hurilerle meşk etmek değildir. Bu gerçeği Derviş Yunus asırlar öncesinden fark edip bize de duyurmaktadır:  


Cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri. İsteyene ver onları, bana seni gerek seni


    Beşere gösterilen sonsuzlaşma hedefine ulaşabilmek için ruhsal tekamül şarttır. Fakat Özgürlük ve ruhsal tekamül birbirleri ile ilişkilidir. Konuyu açıklamak için basit bir fizik olayını hatırlamak yeterli olacaktır. İki Hidrojen ve bir Oksijen atomunun oluşturduğu maddeyi düşünelim. Bu madde bir atmosfer basınçta ve oda sıcaklığında sıvıdır ve SU adını alır. Ancak aynı madde bir atmosfer basınç altında sıfır derece santigrad sıcaklık altında donar ve bu katı madde ise BUZ adını alır. Diğer taraftan suyu ısıtırsak bir atmosfer basınç altında yüz derece santigrad sıcaklığı ve üstünde su buharlaşır. Su denilen maddenin bahsedilen durumları hal değişimidir. Buz, su ve buhar halini oluşturan öz aynıdır yani iki Hidrojen ve bir Oksijen atomundan oluşan moleküldür. Fakat buz içinde molekül hareketi kısıtlanmıştır. Moleküller özgür hareket edemezler. Fakat buz katı olduğundan şekil değiştirmesi ancak dış etki ile olabilir ve fakat gene katıdır. Ancak buz ısıtılırsa sıvılaşır yani su olur ve suyu oluşturan moleküller birbirlerinden daha özgürdür ve içinde bulunduğu ortamın dikte ettiği şekle uyum sağlar. Eğer su buhar haline geçerse moleküller birbirlerinden tamamen özgürdür. O yüzden buhar kütlesine bir şekil vermek mümkün değildir. Bu örnekte görüldüğü gibi aynı moleküle enerji vererek özgürlüğünü kazanması sağlanıyor. İşte bu basit fizik olayı aslında bize insanın sonsuz yolculuğunun seyri konusunda fikir verebilir diye düşünüyorum. Birey doğumundan başlayan ve biyolojik ölümü ile sonlanan bir dönemlik yolculuğunda kendisinden beklenen başarıyı gösterebilmesi yani planına uygun ruhsal aşamaları yapıp ruhunu daha özgürleştirebilmesi için enerji alması gerekir. Gerekli enerjiyi bize sağlayacak olan, her birimizin bir dönemlik planını hazırlayan makamdır. Yukarıda verilen su örneğinde olayın gelişmesi herkesin bildiği şartlarda yani bir atmosfer basınç altında incelendi. Halbuki su deniz kıyısında yani bir atmosfer basınç altında yüz derece santigrad sıcaklıkta buharlaşırken deniz seviyesinden yükseklerde daha düşük sıcaklıklarda buharlaşır. Yani iki Hidrojen ve bir Oksijenden oluşan molekül çok farklı basınç ve sıcaklık değerlerinde de buharlaşabilir. Özgürleşebilir. Özel şartlarda buzdan buhar oluşması da mümkündür. Bu anlatılanlar beşer için de geçerlidir. Bireylerin özgürleşmesi için katı kurallar yoktur. Çünkü her bireyin planı farklıdır ki bu gerçeklik Kur’an’da çok açık bir şekilde ifade edilmiştir: 


Kur’an 2-148  Herkesin bir yönü vardır, ona döner. O halde hayırlarda yarışın.
 

Kur’an 5-48 …sizden her biri için bir YOL ve bir metod belirledik. …O halde hayırlarda yarışın.
 

    Demek ki bireyleri aynı kalıba sokmaya çalışmak yaratılışa aykırıdır. Egemen güçlerin bireyleri baskı ile yönlendirmesi yanlıştır. Zulmün kendisidir. Bireyler kendi doğal yollarında yürüyemedikleri için ruhsal bakımdan doğal gelişimlerini sağlayamazlar. Bu sonuçtan ise toplumları yönlendiren egemen güçler ve o güçlerin planlarını uygulayanların sorumlu tutulacaklarını sanıyorum. 
 

      Özet olarak buradan insanlığa seslenelim;
 

                                        EY  İNSAN UYAN  ARTIK

bottom of page